top of page

Güven Üzerine…

  • Yazarın fotoğrafı: corvinaecorvus
    corvinaecorvus
  • 5 Eki
  • 11 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 5 Eki


Karga

1 Ekim 2025

ree

Son zamanlarda bloğuma attığım yazılarda çok sık ‘’yazının adından da anlaşılabileceği üzere’’ şeklinde bir giriş cümlesi yazdığımı fark ettim. Bilmiyorum, belki daha net oluşumdan, belki daha yalın düşünmemden, belki de düpedüz nasıl giriş yapacağımı bilmediğimden. Sanırım sonuncusu, emin değilim. Bu seferkini düşünmek ve yapılandırmak da uzun sürdü zaten. Ve bir o kadar da boğucu… Neyse, başlıyoruz.


Benim beylik laflarla ya da çok derin gibi görünen laf kalabalığıyla aramın iyi olmadığını bilen bilir. Özellikle felsefede bunu çok görürsünüz nitekim bir şeyi uzun uzadıya açıklamak bir anlam ifade ettiği takdirde girişilmesi gereken bir angarya diye düşünüyorum, hem yazan hem de okuyan için. İşte tam da bu kafa yapısıyla, güven üzerine düşünürken, ki arada yaparım böyle spesifik kavramlar üzerine düşünmeyi, güven ile alakalı garip bir ikilem fark ettim;


Güvenilmez bir insanın güvenilmez olacağına güvenebilirsin ancak asıl tetikte olman gereken ise güvenilir insanlardır zira güvenilir bir insanın ne kadar ve hangi şartlarda güvenilir kalacağına güvenmek zordur.


Aslında bu durum sonucun ne kadar kolay öngörülebildiği ile alakalı zira bir kişi güvenilmez olarak tanımlandığında sosyal kaderi son derece kesin ve istikrarlıdır. ‘’Güvenilmez’’ olmak son derece güçlü, akılda kalıcı ve tehdit edicidir. Tam da bu yüzden çok da zihinsel bir angarya gerektirmez çünkü düşük çaba gerektiren basit bir matematik vardır ortada; güveni boşa çıkarıp çıkarmayacaklarını merak etmemize gerek yok; çıkaracakları varsayımıyla hareket ediyoruz. Lakin konu güvenilir birisine geldiği zaman, kişi güvenine dair itibarını istikrarlı bir şekilde inşa etmek zorundadır ancak tek bir büyük ihlal veya bir dizi sarsıntı damla damla kazanılan bu sıfatı kova ile kaybettirebilir. Bu yüzden güvenilirliğin süresi asla garanti değildir. Bu da aslında bize güvenilirliğin ne kadar dinamik ve kırılgan algılarla kurulu olduğunu gösteriyor. Güven kalıcı bir durum değil, sürekli ve kırılgan bir değerlendirmedir. Özneldir ve bağlama göre değişir; bir kişi, iş teslim tarihleri ​​konusunda son derece güvenilir olabilirken, sosyal planlar konusunda istikrarsız olabilir. Rahat zamanlarda güvenilir olabilirken, aşırı baskı altında çökebilir. Bağlam, güvenilirlik sınırlarını sürekli olarak zorlar. Bitkilerinizi sulamak için birine duyduğunuz güven, tüm birikimlerinizi veya çok özel bir sırrınızı ona emanet etmekten farklıdır. Güvenilir bir kişiye bunlardan biri emanet edilebilirken diğeri emanet edilmeyebilir ve bu durum zamanla değişebilir. Ve hatta öyledir ki üçüncü taraf bilgileri, haklı veya haksız olarak, güvenilir bir kişi hakkındaki görüşünüzü veya sizinle alakalı olan görüşü zehirleyebilir. Sözün özü şudur ki güvensizlik basit, istikrarlı ve öngörülebilirdir dolayısı ile kesin bir ‘’hayır’’dır. Güven ise karmaşık, kırılgan ve öngörülemezdir. Koşullu bir ‘’evet, şimdilik belki’’dir. Güvenin yokluğundan (güvensizliğinden) emin olabiliriz, ancak güvenin varlığından ve sürekliliğinden asla tam olarak emin olamayız. Güven, sürekli bakım gerektiren ve sonsuz sayıda iç ve dış değişkene karşı savunmasız olan canlı bir varlıktır.


Hayat ile alakalı hasbelkader mesaisi olmuş insanlar bilir ki hayatım temel sermayesi sağlıktır. Fakat konu sosyalliğe gelince burada güven kendini gösterir. Zira her ilişkide öyle ya da böyle bir güven ararız. İnsan gibi bir mahlûkat olmanın gereği ileriye yönelik öngörüde bulunmak isteriz, bundan da ötesi bağ kurma ihtiyacı duyarız. Bilumum davranış bilimleri ve sosyal bilimler literatürü de zaten bunun üzerine kuruludur. Öngörmek, bağ kurmak, bu bağı derinleştirmek ve sürdürmek iletişimdeki yegane amacımızdır. Sadece bu argümanı destekleyen pek çok kuramı buraya dökebilirim ancak sanmıyorum ki buraya kuram okumuş için gelmiş olasınız. Bu yüzden daha net olmak adına güven sermayesi üzerinden devam etmek adına başka bir tespiti öne süreyim; güven, her ne kadar sosyal anlamda bir sermaye olsa da kullanılırken rest çekilerek (‘Pokerce’ tamamını öne sürerek) kullanılan ancak doğru yönetildiği zaman azalmayan bir değerdir. Bu da ne kadar güçlü ancak bir o kadar da riskli olduğunun ifadesidir aslında. Tam da bu yüzden, bir açıdan güvenilir olmak ve güvenilir kalmak cesareti şart koşar. Nasıl ki güven sosyal varlığın ana birimi ise, cesaret de onu kullanmak için gösterilmesi gereken eylemdir. Bunu biraz daha açıklayalım…


Harcandığında tükenen paranın aksine, güven, katlanarak artan nadir bir sermayedir. Tutulan her söz, paylaşılan her kırılganlığın yerine getirilmesi, her güvenilir eylem anaparaya eklenir. Derin ve uzun vadeli ilişkiler bu yüzden çok zengindir; bu sermayenin muazzam rezervleri üzerine kuruludurlar. Büyük bir iyilik istemek veya ilişkisel bir risk almak için hızlıca "harcayabilirsiniz" ancak bir balon gibi, anında patlayabilir. Tek bir ihanet eylemi, yıllar süren bir hesabı iflas ettirebilir. Haklı olarak belirttiğiniz "kırılgan doğa" budur. Bu kırılganlık da bizleri daha dikkatli hareket etmeye sürükler zira daha tekinsiz bir alandır burası. Hani cesaretle alakalı o ünlü analoji vardır ya; cesaret korkunun yokluğu değil aksine, riskin var olduğu bile bile korkunun üzerine gidebilme cesaretidir. Öyledir ki taklidi yapılamaz. Bu ayrımın neden bu kadar önemli olduğunu inceleyelim.


Öncelikle, korkusuzluk neden cesaret değildir? Tamamen korku eksikliği, belirli nörolojik rahatsızlıkların (Urbach-Wiethe hastalığı gibi) veya aşırı pervasızlığın bir belirtisi olabilir. Hiç korku hissetmeyen bir kişi, cesur bir seçim yaptığı için değil, riski algılamadığı için bir takım davranışlar gösterir. Bununla birlikte Üstesinden gelinmesi gereken bir iç çatışma yoktur. Korku olmadan, korkuya karşı zafer de kazanılamaz. Korkusuz olmayı seçemezsiniz; bu sadece belirli bir anda nasıl yapılandırıldığınızla ilgilidir. Cesaret ise bir seçimdir; korkuyu hissetme, tehlikeyi değerlendirme ve bu korkuya rağmen değerlerinize uygun hareket etmeyi bilinçli olarak seçme yeteneğidir. Bilinçli bir seçim gerektirir ki anahtar nokta da budur. Cesaret, iradenin bir eylemidir. Kaçma, donma veya kaçınma dürtüsü hissedersiniz ancak yine de ilerlemeye karar verirsiniz. Velhasıl farkındalık gerektirir zira kişi "tehdidin farkındadır." Bu farkındalık, eylemi anlamlı kılan şeydir. Potansiyel maliyeti bilir ve daha büyük bir ilke söz konusu olduğu için devam edersiniz. Bununla beraber herkes korku hissettiği için, herkesin cesur olma potansiyeli vardır. Bu, korkusuzlara mahsus bir süper güç değil, hepimizin sahip olduğu bir karardır. Şöyle düşünün; Korkusuzluk, boş ve sessiz bir radar ekranı gibidir. Veri olmadığı için pilot, dışarıda ne olabileceği konusunda hiçbir endişe duymadan uçar. Cesaret, kırmızı alarmlarla yanıp sönen bir radar ekranı gibidir. Pilot tüm fırtınaları ve tehditleri net bir şekilde görür, adrenalini hisseder ve hedefe ulaşmak için bunların arasından ustalıkla geçer. Tahmin edebileceğiniz üzere ikinci senaryo sonsuz derecede daha fazla beceri, muhakeme ve cesaret gerektirir. Ve hatta güvenin beraberinde getirdiği bu sorumluluk aslında birisinin güvenilirliğini daha da kırılganlaştırır çünkü bir kişi ne kadar güvenilir addedilmişse o imaja o kadar fazla bağlı kalmak durumumdadır. Bu yüzden diyebiliriz ki, güvenmek, sahip olduğun en değerli şeyi kaybetme riskini göze alarak, dünyaya ve insana dair inancını bir kez daha ilan etmektir.


Geriye bir büyük sorun ve alt boyutları kalıyor; mademki güven bu kadar kritik bir değere sahip evrensel ve dikkatli idare edilmesi gereken bir değer neden herkesin güvenle alakalı sorunları var? Gerçekten burada da bir saçmalık yok mu hani herkes güven arıyorsa ve güven karşılıklı ise herkesin birbirine güven verici davranışlarda bulunması gerekir, sanki matematik tutmuyor gibi. Tutmuyor da zaten… Hayatın bir matematiği yok çok bilinmezli denklemleri var sadece. Cevap, insanların doğası gereği güvenilmez olması değil, doğası gereği savunmasız ve yanılabilir olmasıdır. Bizler sosyal hayvanlarız. Hayatta kalmamız ve gelişmemiz her zaman iş birliğine bağlı olmuştur. Dürüstlük, bu iş birliğini mümkün kılan psikolojik mekanizmadır. Sağladığı "güvenliği" özleriz; kendimiz olmak, başkalarına güvenmek, kendimizden daha büyük bir şey inşa etmek için gereken güvenceyi… Bu özlem bizi savunmasız hale getirir. Ve hayatımız boyunca kaçınılmaz olarak inciniriz. Biri güvenimize ihanet eder, bu değerli sermayenin yok edilebileceğini öğreniriz. Böylece, basitçe psikolojik savunma mekanizmaları olan "güven sorunları" geliştiririz. Bunlar, sermayemizin tekrar çalınmasını önlemek için giydiğimiz zırhlardır. Hepimiz bu kırılgan sermayenin yaralı koruyucularıyız; hem onu ​​arıyor hem de kaybetmekten korkuyoruz. Güvenilir olmayı seçtiğinizde, yalnızca pasif bir şekilde "iyi" olmuyorsunuz. Aktif ve cesur bir karar veriyorsunuz. Potansiyel maliyetin farkındasınız; sömürülebilirsiniz, güveniniz sarsılabilir. Elinizde tuttuğunuz sermayenin kırılganlığının da farkındasınız ve yine de, dürüst davranmayı, güvenilir olmayı, başkalarının sizde yarattığı kırılganlığa saygı duymayı bilinçli olarak seçiyorsunuz. Korkmak ve güveni geri çekmek kolaydır. Hatta "korkusuz" olup körü körüne ve aptalca güvenmek bile kolaydır. Tanıdık geldi, neyse… Ama gerçekten etkileyici ve taklit edilemeyen eylem riski görmek, ihanete uğrama veya birini hayal kırıklığına uğratma korkusunu hissetmek ve yine de dürüstlükle ilerlemek. Tüm kırıklara rağmen…


‘’Kırıklar’’ demişken, güvenin ne olduğunu anladık, cesaret ile ilişkisini de göze serdik, neden hepimizin bunun arayışında olduğunu da söyledik yahu peki nedir bunun kökeni ve neden defaatle içerisine düştüğümüz bir karmaşa olduğuna bakalım. Bu, insanlık halinin kalbinde yatan temel sorudur. Yaralıyız… Bu, en acil ve kişisel katmandır. İnsanların doğası gereği güvenilmez olması değil, doğası gereği savunmasız olmamız ve incinmemizdir. Klasik bir örnek olarak sıcak sobadan devam edelim; sıcak bir sobaya bir kez dokunuyorsunuz (ihanet) ve sobaların tehlikeli olabileceğini öğreniyorsunuz. Sağlıklı bir dikkat geliştirmek için her sobadan yanmanız gerekmiyor. Benzer şekilde, çocuklukta, arkadaşlıklarda veya aşk ilişkilerinde yaşadığımız birkaç önemli ihanet bize güvenin riskli olduğunu öğretir. Bizi güvende tutmak için tasarlanmış beynimiz bu dersi genelleştirir: "Eğer X Kişisi bana zarar verebildiyse, genel olarak insanlar da bana zarar verebilir." Bu, bir "güven sorunu"nun kaynağıdır. Nitekim bu bir savunma mekanizmasıdır zira güven sorunları bir kusur değil, koruyucu bir adaptasyondur. Bunlar bazen aşırı gayretle enfeksiyonu önlemek için çalışan duygusal bağışıklık sistemi gibidir. Sorun şu ki, bu sistem ölümcül bir patojen (manipülatif bir kişi) ile zararsız bir bakteri (küçük bir hata yapan iyi niyetli bir kişi) arasında her zaman ayrım yapamaz. Durum böyle olunca veryansın ederiz, evdeki bulgurdan da oluruz


Beklentiler de var tabi, genellikle bilinçaltında, neredeyse romantik bir güven ideali besleriz; tam, sarsılmaz ve kusursuz bir güven hali. Fakat insanlar kusurludur. Tutarsızız, kötü günlerimiz oluyor, iletişimimiz kopuyor, bazen bencilleşiyoruz. Tek bir yalan, unutulmuş bir söz, duygusal olarak ulaşılmaz olduğumuz bir an... Bunlar, "kusursuz güven" idealine karşı feci başarısızlıklar gibi hissettirebilir. Ki benim özellikle son birkaç senede sinir olduğum yegâne durum da bu olabilir, insanlardaki bu çabasızlık, atalet durumu. Kimsenin kimseye acıması yok, herkes en ufak şeyde ‘’yoruluyor’’ yahu kim size insan ilişkilerinin kolay olduğunu söyledi ki? Neyin kibri bu? Kibir diyorum çünkü herkes başkalarından kusursuz performans beklemenin yanında bunu göremeyince anında bırakıp gidiyor. Ne bir tartışma isteği ne de başka bir şey. Bu konuda bir araştırmam yok ancak gözlemim gereği bu davranışın özellikle COVID sonrası arttığını düşünüyorum. Sanıyorum ki o 2 senelik kapanma bizlerde belki de geri döndürülemeyecek bir şeyleri değiştirdi. Neyse, sitemimi belirtmesem olmazdı. Ben de böyle deşarj oluyorum işte.

            Nitekim şunu da fark etmek lazım, nasıl ki bir toplumda suçların ezici çoğunluğu toplumun marjinal derecede küçük bir kısmı işliyorsa güven konusunda da aynı şey geçerli diye görüyor ve düşünüyorum. Ve biz, tamamen insancıl bir yanılgıya düşeriz; kumarbazın yanılgısı. Buna Monte Carlo Yanılgısı da derler ve ben daha önce birkaç yazımda da bahsini etmiştim. Bu safsata, geçmişteki bağımsız olayların, gelecekteki olasılıkları etkileyeceği yanılgısıdır. İlişkiler bağlamında bu, art arda yaşanan hayal kırıklıklarını (diyelim ki beş kez üst üste "1-1" atılmasını) bir sonraki ilişkinin de aynı şekilde sonuçlanacağına dair mutlak bir kanıt olarak yorumlamamıza neden olur. Oysa her yeni insan ve her yeni ilişki, geçmiş deneyimlerden tamamen bağımsız, kendi içinde bir olasılıklar bütünüdür; tıpkı zarın her atılışında 1-1 gelme ihtimalinin sabit kalması gibi. Bu yanılgının bir diğer tezahürü ise, yaşanan kötü deneyimlerin birikimiyle, "artık şansın dönme zamanı geldi" diyerek, bir sonraki ilişkinin neredeyse kusursuz ("6-6" gelmesi) olması gerektiği beklentisidir. Bu da aynı derecede problemlidir, çünkü gerçekçi olmayan bir beklenti yükler ve karşımızdaki kişiyi olduğu gibi değil, geçmiş acılarımızı telafi etmesi gereken bir kurtarıcı olarak görürüz. Dolayısıyla, güven sorunlarımızın özünde, geçmişin istatistiksel kalıplarını geleceğe yanlış bir şekilde yansıtarak, her bir ilişkiyi kendi bağlamı ve kişiselliği içinde değerlendirmekteki başarısızlığımız yatar. Bundan ötürü daha öncesinde yaşadığımız ihanetleri baz alarak şüpheci ve riskten kaçınan bir hale geliriz bu da hem güvenilmezin güvenilmez olacağına dair olan güven olgusunu hem de güvenilir olanın güvenilirliğine dair olan şüphenin doğasına hizmet eder. Bu zihinsel tuzaktan kurtulmak, her yeni bağlantıyı, geçmişin gölgesinden arınmış, yeni bir "zar atışı" olarak kabul edebilme cesaretini gerektirir. Yanlış kişiye güvenmenin potansiyel maliyeti o kadar yüksektir ki, riskten kaçınan beyinlerimiz herkesten şüphelenmenin daha güvenli olduğuna karar verir. Tek bir kötü bağlantı yüzünden mahvolmaktansa 100 iyi bağlantıyı kaçırmayı tercih ederiz. Sonuç olarak ortaya çıkan davranışlarımız sisteme yansır ve dünyayı başkaları için biraz daha az güvenilir bir yer haline getirir. Hepimiz "güven sorunu"nun hem kurbanı hem de failiyiz. İncindik ve temkinli tavrımızla, güvenimizi esirgeyerek veya idealize edilmiş beklentilerini karşılayamayarak kaçınılmaz olarak başkalarını incitiriz. Birkaç küçük elmanın bizi getirdiği yere bakın…


Son olarak bu tekrarlamalar… Benim sinir olduğum laflardan birisi olan ‘’tarih tekerrürden ibarettir’’e bağlanıyor konu. Tarih tekrar etmez binaenaleyh insan öğrenmez, kritik nokta da budur. İnsan duygusal hafızasını değiştirmek zordur, genelde travmalarımızla beraber yaşarız ve her ilişkiye o bavullarla gideriz. Eğer ki ders almış olsaydık tekrar eder miydi bu olaylar? Sanmıyorum. Hatta ders almayı bırakın bunu daha da ararız aslında. İşte burada, yakın zamana diyaloğumun arttığı ve ardından (anlam veremediğim bir şekilde) hızla azaldığı bir hanımla olan iletişimim sonucu daha ayrıntılı bakış attığım bir kulvara giriyoruz; yuvaya özlem. Çocukluğumuzda inşa ettiğimiz o ilk, temel "yuva"nın duygusal mimarisi, bilinçdışı bir pusula gibi, ömür boyu bizi "eve" götürecek yolu aratır. Sorun şu ki, bu pusula sağlıklı ve huzurlu bir yuvayı değil, sadece "tanıdık" olanı işaret eder. Bahsini ettiğim o hanımefendiyle olan iletişimimde hissettiğim gibi: Bir çekim, bir sıcaklık, derken bir soğuma ve uzaklaşma... Gerçi o durum biraz daha farklı ama neyse onunla bile konuşulmamış bir konuyu burada didiklemenin âlemi yok. Bu dalgalı enerji, ilk bakışta "kimya" gibi görünür. Oysa çoğu zaman kimya değil, tanıdık bir ahenksizliğin yarattığı rezonanstır. Beynimiz, "Aaa, bu ritmi biliyorum. Bu, 'sevgi'nin gelip giden, 'güven'in şüpheyle yoğrulduğu, 'ilgi'nin kaybolma ihtimaliyle değer kazandığı o eski, yıpratıcı şarkı," der. Ve biz, bu şarkıyı duyduğumuz için kendimizi "eve" yakın hissederiz. Bu, en baştaki o tespitime geri götürüyor beni "güvenilmez bir insanın güvenilmez olacağına güvenebilirsin." İşte bu "yuvaya özlem" bizi istikrarsız insanların istikrarsızlığına güvenmeye iter. Çünkü onların davranışları öngörülebilirdir olmanın da ötesinde bize tanıdıktır, alışık olduğumuz, çıkarım yapabildiğimiz ve kendimizi—ironik bir şekilde—güvende hissettiğimiz yerdir. Hâlbuki öngörülebilir bir kaostur bu. Oysa gerçekten güvenilir, sakin ve tutarlı bir insanın sunduğu dinginlik, bu pusula için bir "arıza" gibidir. "Burada hiçbir şey olmuyor, hiç alarm çalmıyor, bu nasıl bir yuva?" diye sorar içimizdeki çocuk. Ve biz de, o sakin limandan, fırtınalı ama tanıdık olan açıklara doğru kürek çekeriz. Alışık olduğumuz duyguya çekiliriz kısacası. Peki ya tanımadığımız bir şeyle karşılaşırsak?


Freud’ gideceğiz şimdi biraz, onun ortaya attığı bir kavram üzerinden yol alacağız. Yazar arkadaşlar diyecek ‘’ulan Karga yazının sonuna doğru yeni kavram tanıtılır mı’’ diye ancak yazının gelişi böyle oldu ben ne yapayım. Neyse, Freud’un oluşturduğu bu kavramın adı ‘’unheimlich,’’ Türkçeye tekinsiz olarak çevrilmiş ki bu aslında tam olarak uygun bir çeviri değil. Buraya etimoloji okumak için gelmediniz elbet ancak değinmem lazım ki bu kelime etimolojik olarak "ev" anlamına gelen "Heim" kelimesinden türemiş olup, "ev gibi, tanıdık, rahat" anlamındaki "heimlich"in zıttıdır. Buradan hareketle, unheimlich kavramını "aslında tanıdık ve bilinen, ancak bastırılmış olduğu için yabancı ve korkutucu bir hal alan şey" olarak tanımlar. Özünde, bir zamanlar aşina olunan fakat bilinçdışına itilerek unutulmuş bir duygu, düşünce veya arketipin, beklenmedik bir şekilde ve tanınmayacak bir biçimde geri dönüşüdür. Bu durum, insanda hem tanıdık gelmenin verdiği tuhaf bir çekicilik hem de yabancılığın uyandırdığı derin bir tedirginlik ve korku hissi yaratır. Bu nedenle unheimlich, sıradan bir korkudan ziyade, kişinin kendi iç dünyasının bilinmeyen derinliklerinden gelen ve onu kendisiyle yüzleşmeye zorlayan ürkütücü bir deneyimdir. Çocukluğu veya erginliğindeki biçimlendirici ilişkileri öngörülemezlik, dram veya duygusal mesafeyle tanımlanmış bir kişi için bu yüksek alarm hali onun "heim"i haline gelir. Kaygı, yumurta kabukları üzerinde yürüme, karışık sinyalleri çözme ihtiyacı; bu kaotik enerji, sinir sistemlerinin "işlerin gidişatı" olarak tanıdığı şeydir. Bu, bozuk bir buzdolabının uğultusunun duygusal karşılığıdır; kaybolana kadar onu fark etmeyi bırakırsınız. Şimdi bu insanları gerçekten güvenilir, tutarlı ve güvenli bir insanla tanıştırın. Bu yeni gerçeklik bir rahatlama hissi vermeli, değil mi? Öyle olmaz işte çünkü düşünürsün "sınanmadım, bir rahatsızlık hissetmedim ve bu doğru değil" sorun yoksa sorun vardır hesabı. Tüm iç radarınız tehditleri tespit etmek, kaosun içinde yol almak ve koşullu sevgi kazanmak için ayarlanmıştır. Tespit edilecek bir tehdit, aşılacak bir dram olmadığında ve sevgi özgürce verildiğinde, radar ekranı kararır. Bu sessizlik huzur olarak değil, bir arıza olarak yorumlanır. "Sınav nerede? Oyun nerede? Bu fazla kolay oldu. Bir tuzak olmalı." Tanıdık sinyalin (kaygının) yokluğu, başlı başına rahatsız edici bir sinyaldir. Bağlantınız sadece akademik bir nokta değil; güvensizlik döngüsünü kırmanın neden bu kadar zor olduğunu anlamak için derin bir anahtardır. Mantıksal bir sorun değil; varoluşsal bir sorundur. Bizler alışkanlıkların yaratıklarıyız ve en köklü alışkanlık, yuva dediğimiz duygusal manzaradır.


  Velhasıl, tüm bu curcuna içerisinde, aslında her zaman peşinde olduğumuz ve şeyin peşinde koşup tam da yakaladığımız anda ondan uzaklaşmaya çalıştığımız bu garip gureba anda tüm o kırılganlıklar, geçmişin yükleri ve 'yuva' özlemleriyle sarmalanmış zihnimiz, bizi bir girdabın içine çeker. İşte tam da bu girdabın ortasında, Halil Cibran'ın o unutulmaz sözü kafamda çınlıyor;

“Söylenip de kastedilmeyenle, kastedilip de söylenmeyen arasında, sevginin çoğu kaybolur.”[1]

Cesareti gösteremediğimiz, güveni kırılganlığıyla birlikte kucaklayamadığımız her an, tam da Cibran'ın tarif ettiği o uçuruma düşeriz. Söylemekten çekindiğimiz her samimi itiraf, kastettiğimiz halde dile getiremediğimiz her ihtiyaç, güvenin inşa edildiği o hassas zeminde birer çatlak açar. Kaybolan sadece sevgi değil, onu besleyen ve taşıyan güvenin ta kendisidir. Oysa cesurca söylenen her 'evet, şimdilik', kastedileni samimiyetle ifade ediş, o kaybolmaya mahkûm görünen çoğunluğu kurtaracak tek yoldur. Nihayetinde, gerçek güven, söylenmeyenle kastedilen arasındaki o tehlikeli boşluğa, cesaretle atılan bir köprüdür.


[1] İng. Orj. “Between what is said and not meant, and what is meant and not said, most of love is lost” veya daha cilalı ancak açıklayıcı bir dille çevirirsek;  “Sevginin büyük kısmı, söylenip de samimiyetsiz kalanla, içtenlikle hissedilip de söylenmeyen arasında yitip gider.’’

Yorumlar


Fikir ve görüşleriniz için...

Gönderiminiz için teşekkürler!

İnsan, anılarda yaşar.

bottom of page