top of page

Kahvehane Tarihçiliği: Osmanlı Coğrafi Keşiflere Katılsaydı Ne Olurdu?

  • Yazarın fotoğrafı: corvinaecorvus
    corvinaecorvus
  • 13 Mar 2023
  • 9 dakikada okunur

Karga

13 Ocak 2023


Zırva - Celal Şengör
Dünyanın sayılı jeologlarından birisi olan, özellikle tarih ile alakalı radikal söylemleriyle bilinen değerli hocamız Celal Şengör.

Bildiğiniz üzere bazı konular toplumumuz arasında fazlasıyla popülerdir; Hitler Türkleri sever miydi, Osmanlı Viyana’yı alsa ne olurdu, evlilik aşkı öldürür mü, Nietzsche nihilist mi, Yüzüklerin Efendisi mi daha iyi Harry Potter mı, feminizm burjuva ideolojisi mi, Kılıçdaroğlu aday olmalı mı ve benzeri sorular… Bu soruların bazıları pek bir yere varmayacak ya da varamayacak sorular iken genellikle kahvehane tarihçiliği ya da emekli olduktan sonra Datça’da butik kafe açmış ‘’sözde entel’’ güruhun sunduğu sığ argümanların ötesine geçememektedir.


Bu yazıda da ele alacağımız şey ‘’Osmanlı coğrafi keşiflere katılsaydı ne olurdu?’’ sorusu olacak. Bu sorunun aslında uzun ve kapsamlı cevapları var öyledir ki bu cevapların bazıları yoğun bir akademik araştırma gerektirmekte. Bu ve benzeri soru ve konuların akademik cevaplarını gayri akademik bir üslup ile bizlere anlatma konusunda ziyadesi ile başarılı olduğunu düşündüğüm Emrah Safa Gürkan’ın Sultanın Korsanları ve Bunu Herkes Bilir adlı kitaplarını, bu yazıda ele alacağımız sorunun muhatabı kitaplar olarak sizlere öneriyorum. Öncelikle, bu soruyu alt başlıkları ile cevaplandırmaya bir hatayı düzelterek başlayalım zira aslında sorunun kendisi yanlış, doğru soru şu olmalıydı; Osmanlı’nın coğrafi keşiflere katılması için bir sebep var mıydı?


AVRUPA NEDEN COĞRAFİ KEŞİFLERE ADIM ATTI?


Belki de ilk sorulması gereken sorumuz bu, bahsi geçen keşifler neden ve hangi koşullarda başladı? Eski —kısmen de bugünkü— dünyanın üretim merkezleri olan yerler Çin ve Hindistan idi. Bu bölgeler şeker, tuz, baharat, ipek, keten, pamuk, kahve, tütün gibi bilumum gıda ve tüketim maddelerinin üretildiği yerlerdi. Eski dünyanın ekonomisi, sanayisi ve dolayısı ile üretimi esas anlamda burada doğuyordu. Bir toplumun müreffeh olması bir anlamda da bu ürünlere sahip olmasına bağlıydı.


Önemli ticaret yolları.

Nitekim ne Avrupa ülkeleri bu ürünleri üretebiliyordu ne de bu ürünleri üreten ülkelere ticaret yolları aracılığı ile bağlantıları vardı çünkü bu ticaret yolları İslam ülkeleri tarafından kontrol ediliyordu. Ticaret vergisi ve lojistik maliyeti, hâlihazırda pahada yüksek olan bu ürünlerin fiyatına eklenince, o dönem maddi açıdan henüz gelişmemiş Avrupa ülkeleri ciddi sıkıntılar çekiyorlardı.


Levant bölgesinde kontrolü ele geçirmek hem İslam dünyasına politik ve coğrafik olarak bir darbe indirir hem de ticaret yollarına erişimi sağlayıp bahsi geçen tüketim ürünlerinin Avrupa’ya geçişini mümkün kılardı. Bu amaçla organize edilen Birinci Haçlı Seferi başarı ile sonuçlanmış ve 1099 yılında Kudüs ele geçirilmişti. Fakat Kudüs’ün 1187 yılında Selahaddin Eyyubi tarafından geri alınması ile birlikte Avrupa, yine eski dezavantajlı konumuna döndü. Bu arada evet, Haçlı seferleri dini bir amacı gütmekle birlikte asıl hedefi din kisvesi altında ekonomik ve jeopolitik bir karı amaçlayan askeri seferlerdir. Bazılarının düşündüğünün aksine tarih camiası bu konuda bir konsensüs oluşturabilmiştir.


Levant Bölgesi
Levant Bölgesi

Yüzyıllar sonra Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethetmesi ile işler daha da kızıştı zira bu fethi takiben II. Mehmet, karşısında neredeyse birleşme noktasına gelmiş iki büyük kilisenin arasına ihtilaf sokmak için Venedik ve Vatikan gibi Katolik Akdeniz ülkelerine kapitülasyonlar sağlamıştı. Hem dünya başkentinin yeni sahibi, hem bölgesel açıdan en büyük güç hem de ticaret yollarında kontrol sahibi olan Osmanlı bir de üstüne sağladığı kapitülasyonlar ile Katolik dünyası açısından karşıya alınmak istemeyecek bir aktör idi.


Colomb öncesi Dünya haritası
Coğrafi keşifler öncesinde düşünülen dünya haritası (Maps on the Web). Görülebildiği üzere Avrupa bir anlamda ‘’kenarda köşede’’ kalmış ve dünya ile olan etkileşiminde ciddi sıkıntı çekmiştir.

Ek olarak Osmanlı’nın Berberi korsanlar ile 13. Yüzyılda başlayan ittifakı Avrupa’nın sahillerini iyice tehdit altına almıştı. 16. Yüzyılın başlarında Osmanlı’nın topraklarına Cezayir’i de katması ile birlikte Akdeniz 18. Yüzyılın başına kadar bir anlamda ‘’Türk Denizi’’ olarak kaldı. Kısacası dünya ticaretinden coğrafyası gereği dışlanan Avrupa bir şeyleri yapıp ‘’oyuna dönmek’’ zorundaydı. Tam da burada Kristof Kolomb (Christopher Columbus) adında Cenevizli bir kaptan Atlas Okyanusuna açılıp Batı yönüne doğru giderek Hindistan’a varma amacı ile öncelikle yerel otoritelere yöneldi. Nitekim bu, ciddi bir yatırım olmakla birlikte pek de başarıya ulaşacakmış gibi de gözükmüyordu çünkü gerekli olan gemiler yapımı maliyetli gemilerdi ve gemilerin ambarını düzgün bir şekilde doldurmak gerekiyordu hem de asker ve mürettebat gereksinimi fazlasıyla caydırıcıydı. Yani bugün yaygın bilinenin aksine o dönemde herkes dünyanın düz olmadığının farkındaydı nitekim başta Vatikan olmak üzere pek çok otorite, statüsünü korumak amacıyla bunu resmen tanımıyordu fakat herkes her şeyin farkındaydı yani.


Kolomb'un seyahat rotası.
Kolomb'un Çin ve Hindistan'a ulaşmak amacıyla yaptığı seyahatlerin rotaları (Denizcilik Bilgileri).

Pek çok farklı otoriteye lobicilikle yaptığı baskılar sonucunda kendini duyurmayı başaran Kolomb, Kastilyalı İsabel ve Aragonlu Ferdinand’ın desteğini almayı başarmış ve coğrafi keşiflerin ilk adımını atmıştır. Fakat Avrupa’nın aksine Osmanlı devleti hiçbir zaman bu ticaret yollarından mahrum kalmamış hatta tam tersine uzun süreler burada dönen ticaretten ciddi bir pay almıştı bununla birlikte Osmanlı bahsi geçen ürünlere ulaşmayı bırakın bunları üretecek topraklara da sahipti. Yani Osmanlı’nın temel sorunu hammadde değildi, durum böyle iken neden fizibilitesini sağlayamayacağı keşiflere atılacaktı?


AKDENİZ’DE DENİZCİ SORUNSALI


Osmanlı’nın önceki paragrafta açıkladığımız maddelere ihtiyacı olmamasına rağmen bu seyrüsefer yarışına girdiğini varsayalım, bu sefer de bir başka sorun çıkıyor ki Akdeniz tarihte hiçbir zaman denizcinin bol olduğu bir deniz olmamıştır. Balık-denizci denkleminin nasıl çalıştığını açıklamadan önce Emrah Safa Gürkan’ın Sultanın Korsanları kitabından bir kesitle Akdeniz’in yapısını idrak edelim;


Akdeniz’de çok az balık bulunması, ilk başta İç Deniz’i bollukla özdeşleştiren popüler imaja ters düşebilir; ancak bu konuda tartışmaya mahal yoktur. Bu durumun esas nedeni jeolojik bir çökme sonucu oluşan ve derin bir deniz olan Bahr-ı Sefid’de canlı yaşamasına uygun sığ kıta platformları bulunmamasıdır. Kıyıdan uzaklaşır uzaklaşmaz su hemen derinleşmektedir; canlıların yaşayabileceği 200 metreden sığ platformlar azdır. Ayrıca Akdeniz suları ekolojik olarak çok eski ve dolayısıyla biyolojik olarak da tükenmiştir.


Son olarak, buharlaşmanın yağıştan fazla olması Akdeniz’de suları azaltmakta ve yüzey sularının daha tuzlu olmasına yol açmaktadır. Eksiğin %71’ini tamamlayan Atlas Okyanusu’ndan ithal edilen yüzey suları fitoplanktonlar için uygun değildir. Hem Akdeniz’in tuzlu sularının okyanusun tuzsuz sularını çekmesi hem de okyanus derinliklerindeki besin açıdan zengin suların sığ Cebelitarık üzerinden geçememesi, okyanus ile yaptığı su alışverişinde Akdeniz’i dezavantajlı duruma sokmuştur. Cebelitarık’tan giriş yapan, fosfor ve nitrojeni okyanus planktonları tarafından tüketilmiş yüzey suyuyken ters istikamette giden, Akdeniz’in derinliklerindeki zengin sulardır. Bu dengesizlik Akdeniz’in sularına masmavi ve berrak rengini de veren bir besin kıtlığı yaratmakta ve bu oligotrophy balıkçının ve balıkların sayısını sınırlı tutmaktadır. (Gürkan, 2018; 28-29)


Bir gemiyi ve donanmasını tam anlamı ile sıfırdan donatmak fazlasıyla maliyetli olmakla birlikte zahmetlidir de. Akdeniz’in ya da Baltık ülkelerinin geniş balıkçı filoları ise herhangi bir savaş durumunda birden modifiye edilip denizlere açılabiliyorlardı. Hâlihazırda zorlu deniz şartlarına alışkın ve nasıl yol alıp sefer edeceğini bilen bir mürettebat, sahip oldukları ciddi bir avantajdı. Çünkü bazı askeri birimleri kendiniz yetiştiremezsiniz direkt olarak yetiştiği kültürün içerisinden ihraç etmek zorundasınız. Yeniçerilerin süvari olmamasının sebebi budur çünkü Balkan topraklarından alınan bu devşirme askerler Osmanlı ordusuna yarayacak binicilik becerisine sahip değillerdir, Roma İmparatorluğunda yönetimin ‘’barbar’’ toplumlardan aldığı atlı ve atlı-okçu birimlerin (Bucellarii) hem askeri hem de bürokratik mecralarda ve hatta bir dönem senatoda güç konumuna gelmesi can sıkıntısından ötürü değildir. Nasıl ki süvari, bir altyapı olmadan yetiştirilemiyorsa denizci de öyledir bundandır ki Osmanlı’nın Kaptan-ı Derya’larının büyük çoğunluğu Türk kökenli değildir.


Yani bir başka engel de bu keşifleri gerçekleştirebilecek ve sürdürebilecek mürettebata sahip olmaktı fakat Osmanlı’nın burada da eli pek de iyi değildi desek yanlış olmaz.


OKYANUS AŞIRI SEFERLER İÇİN ELVERİŞLİ GEMİLER YOKTU


Keşiflere çıkmak için gerekli neden bulundu ve bu sefere çıkacak olan mürettebat da ayarlandı diyelim, bir sorun daha baş gösteriyor ki o dönemde Osmanlı donanmasında mevcut gemiler bırakın transatlantik (Atlantik Okyanusu’nu aşan, geçen) yolculuk yapmayı, Cebelitarık Boğazı’nın ötesindeki Kanarya Adalarına gitmek için bile pek elverişli değildir. Genel olarak o dönemde Akdeniz’de kullanılan gemiler ‘’çektiri tipi’’ olup şeklen devasa kayıklara benzeyen gemilerdi.


Kadırga, La Réale
Çektiri tipi bir gemi olan La Rèale: Fransız Kralı XIV. Lui döneminde donanma komutanı büyük amiralin baştardası (Wikipedia).

Bu tip gemilerde temel mantık geminin hafif ve küçük olması ve —genellikle kölelerden oluşan— çok sayıda kürekçinin senkronize bir şekilde kürek çekmesiyle alınan ani hızın, hedeflenen gemiyi bordalamak[1] için kullanılmasıydı. Böylece saldıran geminin mürettebatı karşı gemiye akın ederek cenk eder ve kazandıktan sonra karşı gemiyi ele geçirirdi. Bu tip gemiler hareket etmek için rüzgâra muhtaç olmamakla birlikte küçük yelkenlere sahipti ve genellikle bu yelkenler kürekçilere destek amaçlı kullanılıyordu. Bu gemi tipinin okyanusun dev dalgaları ile mücadele etmesi mümkün değildi. Mücadele edebiliyor olsalar bile bu gemi tiplerinin sefer süresi, kısıtlı ambar alanı, taşıyor olduğu kürekçi, mürettebat ve asker sayısından ötürü maksimum 2 haftadır. Kolomb’un seyahatinin 2 ay 9 gün olduğunu hatırlatalım ayrıca bu süre kendisinin karaya varma süresi, güvenli olduğu garanti edilen bir limana değil…


Okyanus sularına çıktığında gövdesinin orta kısımları neredeyse su ile aynı seviyeye gelen çektirilerin yerine, kısa mesafede onlardan çok daha yavaş olmasına karşın yüksek güverteli ve geniş ambarlı yelkenliler çok daha iyi bir alternatif oluşturuyordu. Hem kürekçiler için ayrılması gereken bir kaynak yoktu hem de geniş ambarı sayesinde su, gıda, kereste ve kümes hayvanı gibi ürünler daha kolay ve daha yüksek miktarlarda depolanabilirdi.


Kalyon Örneği
Yelkenli bir gemi olarak kalyon örneği.

Osmanlı’nın ise o dönemde ne bu gemileri yapmak üzere dizayn edilmiş tersanesi ne bu gemileri yapmayı bilen marangozu ne bu gemileri yüzdürecek mürettebatı ne de bu tip gemileri yüzdürmeye ihtiyacı vardı. Zira çektiri tipi gemiler zaten Akdeniz coğrafyasında yelkenleri gemilere kıyasla çok daha işlevliydi zira hem ani hızlanma ve manevralar yapabiliyordu hem de Akdeniz’in elverişsiz rüzgârlarına bel bağlamadan seyir edebiliyordu. Ayrıca Akdeniz’in tektonik çöküntü sonucu oluşmuş olması da özellikle Kuzey Afrika’da mevcut olan liman sayısını ciddi miktarda azaltmaktaydı. Öyle ki, çektiri tipi az su çeken gemiler bile bu limanlara girip çıkarken zorlanıyor hatta bazen resiflere çarpıp batıyorlardı. Böyle bir durumda yelkenliler bir kez daha Osmanlı için elverişsizliğini ve gereksizliğini gözler önüne seriyordu. Tüm koşullar sağlansa bile Akdeniz ülkelerinin böyle büyük yelkenli gemilerden filolar oluşturacak kadar kereste bolluğuna sahip olmadığını da hatırlatalım ki bu durum bile tek başına yeterli bir sebepti.


Tüm bunlar çözülecek dahi olsa bunun için arkanda ciddi bir sermaye olması gerekirdi. Osmanlı’da zengin olmak geleneksel olarak bir vasıf olmadığı için ele geçen para bir kapital olarak biriktirilmiyor dolayısı ile toplumsal bir meta-fetişizmin[2] içerisinde harcanıp gidiyordu. Bunun yanında bir ordu barındırmak normal zamanlarda bile yüksek bir maliyeti ifade ederken eskinin dünyası sık savaşların olduğu bir dünya idi ve tarih bilimine çok da hâkim olmadan bile anlaşılabilecek bir şey vardır ki savaşlar para gerektirir. Zaten Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşları kaybetmeye başladığı zamanlara bakarsanız hızlı bir şekilde yüksek miktarda borç alamadığı dönemlere denk geldiğini görebilirsiniz. Bunu yapamadığı için kendi topraklarını bile kaybetme yoluna girmiş bir ülke hangi akıl ve cesaret ile bir donanma donatıp besleyecekti?


‘’COĞRAFİ’’ KEŞİFLER


Coğrafi keşiflerin en önemli özelliği olan ‘’coğrafi’’ olması durumunu kenara atma gafletine düşmeden önce bir konuya açıklık getirelim; Keşifler Çağı, okyanus aşırı bakir topraklara yapılıyordu. Okyanusa kıyısı olmayan bir milletin ne böyle serüvenlere atılmasının bir mantığı vardı ne de bu serüvenlere atılacak altyapıya sahip olmasının gerekliliği vardı. Yani Osmanlı’ya neden bu altyapıya sahip olmadığı için bile kızmak anlamsız kalırdı. Nitekim Avrupa coğrafi keşifleri yaparken Osmanlı’nın yapabileceği başka şeyler yok muydu? Elbette vardı ki bu da başka bir yazının konusu olabilecek haklı bir eleştiri.


Akdeniz coğrafyası.
Osmanlı donanmasının merkezi ile çıkılması gereken okyanusun arasındaki mesafeye dair ufak bir hatırlatma. Elbette ki bu okyanusa çıktıktan sonra bir de onu geçmek gerekti fakat İstanbul’dan çıkan bir geminin Cebelitarık’ı geçmek için bile en azından +4000 km yol kat etmesi gerekmekteydi. Lisbon-New York arasındaki mesafenin bile +5400 km olduğunu unutmayalım...

Peki, Osmanlı Devleti Kuzey Afrika’da transatlantik seferleri destekleyecek bir liman oluşturamaz mıydı? Öncelikle, Osmanlı’nın bunu yapmamak için bile yeterince sebebi vardı zira merkeziyetçi bir yapıyı benimseyen Osmanlı Avrupa’nın aksine gücü diğer vilayetleri ile paylaşmıyordu lakin bahsi geçen özelliklerde bir limanın oluşturulması merkezi otoritenin zayıflaması anlamına gelirdi. Osmanlı’nın merkeziyetçi olması 600 yılı tek hanedanla yürütebilmek gibi tarihte benzeri görülmemiş bir şeyi başarabilmesi ve üç farklı kıtada kayda değer bir şekilde yayılabilmiş olan imparatorluğun genel anlamda uzun süre stabil bir şekilde devam edebilmesini sağlamıştır. Buna karşın gücün paylaşılmaması merkez dışında veya merkeze uymayan herhangi bir oluşuma alan sunulmaması anlamına gelmekteydi.


Yönetimin, gücü merkezde tutma amacının yanında bir diğer olay da şudur ki yazıda da belirttiğim sebeplerden ötürü Akdeniz içerisinde yelkenli gemilerin rahatça barınabileceği bir liman oluşturmak coğrafyası gereği mümkün değildi. Okyanusa kıyısı olan Fas’ın fethedilmesi ve daha da önemlisi fetihten sonra elde kalabilmesi imkânsızdı zira böyle bir girişimi diğer devletler normal olarak istemeyeceklerdi. Cenova, Floransa hele de Venedik gibi Akdeniz’in geniş, güçlü ve agresif donanmalarına sahip olan aktörleri bile okyanuslarda maceralara açılmamışken Osmanlı’dan bunu istemek en hafif tabiriyle biraz abes kaçardı.


Avrupa kaderi olduğu düşünülen coğrafyası gereği dünya ticaretinin dışarısında kalmış ve bu problemi çözmek için giriştiği serüvenler sonucu yine coğrafyası gereği kendisinden daha büyük aktörlerin kalkışamadığı seferlere kalkışabilmiştir. Coğrafya kaderdir diyoruz ya; ya Avrupa’nın kaderi yüzüne güldü ya da kaçınılmazlık olarak öne sürdüğümüz şeyler, tarih sayfasında kaybeden bizlerin ileri sürdüğü bir sorumluluktan kaçma bahanesi. Kararı siz verin…


SON SÖZ


Ne zaman konusu açılsa koloni sahibi, sömürgeci devletlere sövüp daha sonrasında da böyle bir şeyin hayali kurup ‘’keşke’’ diyen insanların varlığı bile ahlaki olarak ne kadar riyakâr ve tarihsel konulara karşı romantik bir bakışına sahip olduğumuzun göstergesi. Bunu savunmaları ya da istemelerine bir lafım yok sadece biraz ilkeli mi olsak acaba?


Batı devletlerinin de zorunluluktan dolayı atıldığı bu macerada şans faktörünün beraberinde getirdiği olanakları kabul etmeyip özellikle hümanizma ile başlayan ve sanki her şey bizim için, bizimle, bizim kontrolümüzde ilerliyormuş gibi bir fikirle hareket edersek tarihin tesadüflerini bedelini ‘’öle mi olmuç’’ diye melül melül izleriz. Elbette ki durumu kader-kısmet ikilisine terk edip de sorumluluktan kaçınılmalı demiyorum ancak Osmanlı’nın Keşifler Çağında neden keşif yapmadığını sorgulamak yerine diğer devletler keşif yaparken Osmanlı ne yapıyordu diye sorgulamalıyız. Bunun suçunu sadece Kanuni’ye yüklemek, asıl yapmamız gereken şey olan sistemleri konuşmanın değil de bireyleri konuşmanın getirdiği entelektüel darboğazdır. Zira tarihçilerin görevi değişmez dinamiklere sahip bir dünya anlatısını insanlara dikte etmenin tersine kesin ve katı çizgileri olmayan ve zaman içerisinde usulca değişen ve değişmeye de mecbur olan tarih sürecini saptayıp açıklamaktır. Nitekim Celal Şengör’ün böyle bir hatada bulunması da yine normal karşılanabilir zira tarih biliminde sistemleri eleştirmek, alana dair intansif bir yöntem bilgisi gerektirir ki bu, kendisinin uzmanlık alanı değildir. Bilim tarihi konusunda sahip olduğu geniş bilgi ve idrak haznesi, söz konusu tarihsel eleştiriye gelince sınıfta kalmıştır.


Kısacası soru; Osmanlı coğrafi keşiflere neden katılmadı değildir, neden katılacaktı ki? Ancak diyorsanız ki; sahip olmadığı bir gemi teknolojisi ve sahip olmadığı bir denizci kadrosunu kullanarak neden gereksiz yere hiç ihtiyaç duymadığı, bilmediği ve muhtemelen bilse bile coğrafyası gereği kolonize edemeyeceği, etse de sürdürülebilirliği olmayacak bir toprağa sefer düzenleme gafletinde bulunmadı? Açıkçası ben de bilmiyorum, galiba Celal Hocamızın söylediğinin aksine aklıselim devlet yöneticileri vardı…




[1] Bir gemiye yandan yaklaşmak ya da saldırı amacıyla yandan çarpmak. [2] Maddeye sahip olduğundan daha fazla anlam yükleme durumu. Bir otomotiv ülkesi olan Almanya’da en lüks marka arabaların Türkler tarafından satın alınması. Araba, vasıta vasfının ötesinde bir statü göstergesi olarak görülmektedir dolayısı ile en varlıklı Alman’ın bile almaya gereksinim duymadığı arabaları Türkler almaktadır.

コメント


Fikir ve görüşleriniz için...

Gönderiminiz için teşekkürler!

İnsan, anılarda yaşar.

bottom of page