Ege'de Yapay Zeka Zirvesi: Türkiye'nin Dijital Geleceği ve Yapay Zihin Tartışmaları
- corvinaecorvus
- 4 gün önce
- 11 dakikada okunur
Karga
15 Mayıs 2025

Başlıktan da anlaşılacağı üzere bugün, Ege Genç İş İnsanları Derneği (EGİAD)ve Ege Sanayiciler ve İş İnsanları Derneği’nin (ESİAD) birlikte düzenlemiş olduğu Yapay Zekâ Zirvesi’ne katıldım ve bununla alakalı olarak birkaç hususu yazmayı gerekli gördüm. Yazının çerçevesini en başından çizmek maksadı ile şunları belirtmeliyim ki ne ben zirvede bahsi geçen her şeyi yazabilirim ne siz zirvede bahsi geçen her şeyi merak edip okursunuz ne de her şeyi bir yazıda bağlam kayması yaşamadan anlatmak mümkün olur. Tam da bu yüzden yazının konusu yapay zekanın spesifik kullanımları üzerine değil de genel projeksiyonları üzerine olacak.
Öncelikle event saat 9’da başlayacaktı fakat ben dolmuş güzergâhını düzgün öngöremediğim için bir 10 dakika kadar geç kaldım. Keşke 50 dakika daha geç kalsaymışım… Zira bildiğiniz üzere bu tür etkinliklerde bir protokol oluşturulur ve bu protokol genelde gerekli makamların gereksiz insanları tarafından temsil edilir. Ve kendilerinin de orada bulunmasının yegâne görevi oraya gelip, makamını temsil edip teşekkürleri kabul edip gitmek iken gerekli gereksiz konuşmalar yapıp konuyu kendilerine endeksleyip bundan nemalanmaya çok meraklıdırlar. Tam da bu yüzden etkinlik takriben 10.15’te başladı… Gel, teşekkür et, iyi bir gün dilediğin 5 dakikalık bir konuşma yap ve git abicim sen siyasi/bürokratik makamdaki bir adamsın daha ne konuşuyorsun konunun uzmanları oraya gelmişken… Ayrıca, dernek başkanları da düzenlenmesine aracı oldukları konu ile alakalı olarak bir kâğıda bakmadan 10 hadi bilemedin 5 dakika dahi konuşamıyorlarsa, ben burada da bir sorun görürüm açıkçası. Yine tutamadım kendimi, neyse…
Zirveye dönecek olursak, yukarıda da program akışını verdiğim üzere gerek ulusal gerekse uluslararası; gerek akademiden gerek özel sektörden pek çok insan katılım sağladı. Açıkçası neredeyse hepsinin de ne işi nasıl yaptığına dair olan ilgi ve anlatma becerileri de neden özel sektörün devlete kıyasla daha çok iş çıkarttığına dair de ipucu veriyordu açıkçası. Malum, bizim ülkemizdeki en yüksek makamların bazılarında bile neyi nasıl yaptığını açıklamayı bırakın ne yaptığını dahi bilmeyen pek çok insan olunca bunları görmek bir rahat nefes aldırıyor açıkçası. Kendimi tutuklatmadan konuya dönecek olursam, ilk olarak değinmek istediğim şey aslında konu ile çalışan pek çok insanın defaate karşı çıktığını belirttiği ‘’yapay zekâ’’ kavramı. Bu kavram bizim dilimize İngilizce ‘Artificial Intelligence’ın çevrilmesi aracılığı ile geçtiği için böyle bir tanımlama yapılmış ancak uzmanların “yapay zekâ” terimindeki “zekâ” kelimesine mesafeli durup onun yerine ‘’zihin’’ kelimesini tercih etmeleri, yüzeysel bir dil seçimi meselesinden ziyade, bu kavramların taşıdığı derin felsefi ve işlevsel farklara dayanır. Türkçede ‘’zekâ’’ ve ‘’zihin’’ kelimeleri farklı bilişsel temsillere işaret eder ve bu fark, yapay sistemleri tanımlarken önemli bir ayrım yaratır. ‘’Zekâ’’ kavramı, Türkçede genellikle problem çözme, soyut düşünme, mantık yürütme ve bilgi işleme gibi ölçülebilir bilişsel yeteneklerle ilişkilendirilir. Daha çok bireyin doğuştan getirdiği, test edilebilen ve belirli sınırlarla tanımlanabilen bir kapasite gibi algılanır, ki bu nokta zirvedeki pek çok uzmanın insan ile makine arasındaki temel ayrımı dayandırdığı noktalardan birisidir. Bu bağlamda zekâ, durağan ve bireysel bir özellik olarak öne çıkar. Buna karşın ‘’zihin’’ kavramı çok daha dinamik, süreç odaklı ve bağlamsal bir yapıyı ifade eder. Zihin, sadece mantıksal işlemler değil, aynı zamanda algı, hafıza, öğrenme, hatta duygularla iç içe geçmiş bilişsel faaliyetleri de kapsar. Bu yönüyle zihin, bir özden çok bir süreçtir; iç dünyada sürekli işleyen, değişen, gelişen bir sistemdir. Bilinçli ya da bilinçsiz pek çok süreci içermesi, onu zekâdan çok daha kapsayıcı ve esnek kılar. Yine aynı sebepten de uzmanların “zihin” kavramına yönelmesinin temel sebeplerinden biri, yapay zekânın sabit bir ‘’zekâ’’ olmaktan ziyade, veriyle gelişen, çevresine tepki veren ve öğrenen bir yapıya sahip olmasıdır. Makine öğrenmesi gibi teknolojiler—ki aynı zamanda mühendislerin yapay zekâya alternatif olarak kullanmayı seçtiği kavramlardan birisidir—sistemin zamanla gelişmesini ve yeni durumlara uyum sağlamasını mümkün kılar. Bu da onu, geleneksel anlamda sabit bir zekâdan çok, zihinsel bir yapıya benzetmeyi daha isabetli kılar. Ayrıca yapay zekâ sistemlerinin bazıları, her ne kadar bilinçli olmasalar da, bağlamsal anlama, dilsel çözümleme, bellek yönetimi ve hatta niyet takibi gibi insan zihnine özgü süreçleri taklit etmektedir. Bu da onları “zihin” kavramına daha da yaklaştırır. Tüm bu nedenlerle, ‘’yapay zihin’’ ifadesi teknik olarak daha isabetli olabilir. Ancak kamuoyunda ve teknoloji dünyasında ‘’yapay zekâ’’ terimi yerleşmiş, kolay pazarlanabilir ve daha popüler bir anlatım sunduğu için halen baskın şekilde kullanılmaktadır ki bu da olayı laçkalaştıran bir başka durumdur zira her gün 129376129312 kez adını duyduğumuz ama kimsenin tanımlayamadığı bir şeye döndü bu yapay zeka... Hani entelektüel görünmeye çalışan arkadaşınız yeni bir kelime öğrenip yerli yersiz her durumda kullanmaya çalışır ya, işte o hesap. Mamafih, teorik düzeyde, ‘’zihin’’ kavramı yapay sistemlerin işleyişini anlamak açısından daha açıklayıcı bir çerçeve sunar. Son olarak, Introducion to Machine Learning adlı kitabı dünyanın en iyi iki teknoloji enstitüsünden birisi olan MIT’de (Massachusetts Institute of Technology) giriş kitabı olarak okutulan, bilgisayar mühendisi Ethem Alpaydın da bu konu ile alakalı ‘’daha zekâyı doğru düzgün tanımlayamıyorken bu ürettiğimi şeyin yapay olduğu kanısına nereden varıyoruz’’ gibi bir açıklama yapmıştı. Bu söylediği göründüğünden biraz daha kapsamlı bir cümle elbette ama konumuz bu değil.
Etkinlik boyunca gerek iş gerekse düşünce dünyasının üzerinde hemfikir olduğu şuydu ki, büyük bir dalga geliyor ve bu o kadar büyük bir dalga ki kaçmanız imkânsız. Fakat henüz daha gelmedi, bu gördüklerimiz hiçbir şey değil. İçerisinde barındırdığı belirsizlik gereği kulağa ürpertici gelse de bu aslında bir yandan iyi bir haber zira hala bu dalga tarafından yutulmak yerine sörf yapmayı öğrenecek kadar zamanımız var. Yine aynı konu içerisinde defaatle dillendirilen bir diğer şey ise Türkiye bu yeni teknolojinin üreticisi mi olacak yoksa kullanıcısı mı? Tarihsel çerçeveden daha genel bir bakış açısı sunacak olursak şu ana kadar yaşanmış olan tüm teknolojik devrimlerin hepsinde kullanıcı olmuşuz ancak Türkiye’nin zirvede de dillendirilen şöyle garip bir konumu var ki müthiş bir adapte olma hızı var ve bu adaptasyon ile teknik bilgiyi hızlı öğreniyoruz. Biz belki bir BMW üretemiyoruz ama en iyi BMW teknik servislerine sahip oluyoruz, benzeri yapay zihin için de geçerli. Çok da panik olmayalım bu arada, Avrupa’da bizden çok farklı bir durumda değil hatta toplumsal dijitalleşme konusunda bizim kadar hızlı adapta olma becerisine sahip değiller ki şu an Almanya’da yaşanan piyasa krizi (ekonomik kriz yazmaya elim gitmedi) aynı sebepten yaşanıyor. Avrupa’nın en büyük ekonomisi olduğu için Almanya üzerinden hızlı özet geçeyim; bugün Almanya’da ikametgâh almak için hala muhtarlığa gitmek durumundasınız, her türlü bürokratik işin aylar sürmesinin temel sebeplerinden birisi de bu ‘dijitalleşememe’ sorunsalı zaten. Bilindiği üzere içten yanmalı motorlarda dünyanın en iyi arabalarını Avrupa piyasası üretmekte bunların arasında Almanya da başı çekmekteydi. Yanlış anlaşılmasın bugün hala içten yanmalı motorlarda Almanya hala lider olmakla birlikte en büyük sıkıntı şu ki artık dünya otomotiv sektöründeki aslan payı elektrikli araçlarda, daha doğrusu oraya doğru büyük bir hızla kaymaya başladı. Bu sektörde ise ABD ve Çin kıyasıya mücadele içerisinde iken Kıta Avrupası’nda herhangi bir hareket yok. Bunun ardındaki sebeplerden birisi de şirket yöneticilerinin elektrik-elektronik, otomotiv vb. geleneksel mühendislik alanlarından gelmesi ve dijitalleşmeye yeterince önem ayırmaması. Mamafih aynı arz-talep sıkıntısı toplumda da var ki zaten şu an Yapay Zihin ve elektrikli araçlar gibi konularda çift kutuplu bir dünya yaşamaktayız; ABD ve Çin. Kısacası, keten helvamız henüz yanmadı fakat gidişatımız yanacakmış gibi gösteriyor. Ezcümle, bu konuda üretici olmamız mümkün ancak pek de muhtemel değil gibi gözükmekte nitekim bu da yolun sonu değil.
Peki, bu dalgada sörf yapmayı öğrenmek için gerekli olan bir diğer faktör nedir sorusuna baktığımız zaman kurum kültürlerinin değişmesi gerekliliğini görüyoruz. Levent Erden’den başlayarak—ki kendisi protokolden sonra konuşan ilk kişiydi—yine vuru yapılan nokta gerek devlet kurumlarının gerekse şirketlerin hiyerarşisinin askeri düzenden kaldığı gerçeği idi. Özellikle bizim ülkemizin okullarında işlenmeyen ya da çok basitçe değinilen İkinci Dünya Savaşı, dünyayı geri dönülemeyecek bir şekilde değiştirdi, kurum kültürü de bunlardan birisiydi. Bu etkinin temel sebebi ise 70-85 milyon insanın ölümüne sebep olacak kadar büyük etkideki bu savaşın 6 yıl gibi, bu kadar yıkıcı bir savaşa göre çok uzun sürmesi ve bu süreçte kaybedilen işgücünün yerine konmasındaki sıkıntının yanında mevcut işgücünün de askeri sisteme alışkın bir halde olmasıydı. Ayrıca savaş sonrası temel gereksinim inovasyon yapmaktansa hızlı bir şekilde toparlanmak maksadı ile dizayn edilmesiydi. Yanlış anlaşılmasın, bunların hepsi dönem konjonktürü gereği en optimal seçimlerdi fakat artık değil… Özel olsun kamu olsun, kurumların artık kültürel bir değişime gitmesi şart. Sunumlar sırasında en hoşuma giden eleştirilerden birisi kurumsal iletişim departmanlarının aslında günümüz itibari ile ‘kurumsal iletim’ departmanları olduğu eleştirisiydi. Zira iletişim, dinlemek ile başlar fakat yukarıdan birisinin aşağıya ne yapması ve/veya yapmaması gerektiğini söylediği bir yapıda iletişim yoktur, iletim vardır. Bu bir hiyerarşinin olmaması gerektiği anlamına gelmiyor, elbet ki olacak ancak liderlik sisteminin takımı kurup ‘’evet arkadaşlar ben bundan istiyorum bana bunu yapın’’ yapısından çıkması lazım. Elbette ki ağır sanayi sektörleri gibi endüstri ve otomasyon yoğun sektörlerde bunu yapmak bir yere kadar mümkün nitekim o sektörlerde bile departmanlara göre farklı düzeylerde esneklik sağlanabilir. Bu kültür değişimindeki gereklilik ise yeniliğe açık ve yaratıcı olma zorunluluğundan kaynaklanmakta. Bu da ancak hücre yenilenmesi ile yapılabilir; zira saçı ağarmış, belli bir konfor alanı elde etmiş, iş yapma sistematiği oturtmuş adamlar yeniliğe açılacak cesareti göstermek için çok fazla şeye sahiptir… Fakat yaşı genç, kariyerinin başında ve kaybedecek pek az şeyi olan birisi için bu gündelik bir rutindir. Yani artık ufaktan ‘tecrübesiz eleman’ aramanın zamanı gelmiş gibi gözüküyor. İşte tam da burada zurnanın ‘ZORT’ dediği ve bizim bu ‘ZORT’ sesi ile Ahmet Hamdi Tanpınar’ın o meşhur sözünü hatırladığımız yere geldik ‘’Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor.’’ Yazının içeriğinin siyasi olmaması gereği bu konuya giriş yapmayacağın zira yazının farklı bir kisveye bürünmesini istemiyorum ancak şunu da belirtmeliyim ki bir ülke, geleceğini üzerine kurduğu kesimi baskılayarak bir istikbal hayal edemez. O gün o zirvede bulunan şirketlerin de kaçı hücre yenilenmesi konusunda, yapay zihni kullanma noktasında oldukları kadar ileri seviyedeler emin değilim.
Evet; gençler, yenilik, değişim gibi kavramlara girmişken istisnasız herkesin atıfta bulunduğu ve hemfikir olduğu nokta ise hız. Dünyada her şeyin hızı özellikle dijital devrimden sonra müthiş bir ivmelenmeye uğradı, yapay zihin devrimiyle bu artış toplanarak değil katlanarak artmaya başladı. Ayşegül İldeniz özellikle bu furyanın kesinlikle kalıcı bir şeye yol açacağına dair fikrinin, konuya yapılan yatırımın hacmi ve berberinde gelen hız olduğu kanısında. Buna güzel bir örnek olarak benimde daha öncesinden dikkatimi çeken Nokia örneği üzerinde duruldu. Nokia 1994-2006 yıllarında telefon teknolojisinde dünyayı ama özellikle Türkiye’yi domine etti. Öyledir ki Türkiye’de Pazar payı %82’ye ulaştı ki ülke tarihinde hiçbir sektörde hiçbir marka hiçbir zaman böyle bir Pazar payına ulaşamadı. Şu an Nokia’nın Pazar payı %1’in altında, onlar da zaten dokunmatiği kullanamayan ya da kullanmak istemeyen ihtiyar taifesi… Kasten uğraşsanız başaramayacağınız bu düşüşün yegâne sebebi Nokia’nın zamanın değişen şartlarına ayak uyduracak politikalar geliştirmemesi ve böylece hükümranlığını kaybetmesidir. Hızın bu kadar önemli olduğu ve hatta belki de esas olayın hız olduğu bu dönemde yapay zihnin temel fonksiyonu da zamanı satın almak olacak. Yine defaatle telkin edilen laf ise ‘’kolay işi bırakın YZ yapsın, siz insan gücünüzü başka yerlere odaklayın’’ oldu. Fakat yanlış anlaşılmasın buradaki ‘kolay iş’ tanımı otomasyon değil, bunu on yıllardır yapıyoruz zaten. Bu bağlamda zihinsel anlamda kolay işler söz konusu. Mesela çeviriler; yapay zihinden en çarpıcı şekilde etkilenecek sektörlerden birisi—ki bu tahminler World Economic Forum’un da verileri ile sabit—mütercim-tercümanlık gibi işler. Zira artık pek çok çevirmenin işi daha çok çeviri sonrası kontrol amaçlı yapılan ‘proof-reading’ dediğimiz alana sıkışmış durumda. Nitekim yapay zihin hala sanatsal çevirileri anlayamıyor ve elbette bağlamsal hatalara düşebiliyor benzer şekilde diplomatik ve hukuki alanlarda yani çeviri hatası gereği kriz çıkabilecek konularda insanlar ipleri yapay zihne bırakmak istemiyorlar, haklılar da. Zaten bu gelişmeler mütercim-tercümanlık mesleklerinin yok olacağı anlamına gelmiyor ancak işgücü hacminin ciddi anlamda daralacağı ve aynı zamanda şekil değiştireceği anlamına geliyor. Artık mütercim-tercümanlık mezunları çeviriyi yapan değil, çeviriyi yapan algoritmayı eğiten ve son okumayı yapan kişiler olacaklar. Bu verdiğim örnek benim de yakından takip ettiğim aynı zamanda fazlasıyla da belirgin bir örnek olması gerekçesiyle verilmiş olmakla birlikte olay burada bitmiyor… Öyledir ki şu an piyasada mevcut olan iş alanlarının %4’ü radikal bir şekilde etkilenecek (muhtemel yok olma), %55’i ciddi bir şekilde etkilenip değişime uğramak zorunda kalacak geriye kalan ve doğrudan insanla entegre olmuş yaşlı bakımı vs. gibi işlerde (%41) ise kayda değer bir değişim beklenmemekte. Ancak %55 gibi bir oran çok çarpıcı zira tarihte ilk defa bir teknolojik devrim işgücü babında yarattığından çok yıkacak gibi bir beklenti var.
Elbette ki zamanı satın almak yetmiyor, arta kalan zamanı da verimli kullanmak lazım aksi takdirde tembellik yapmak için kendine bir fırsat yaratmaktan öteye geçememiş olursunuz elbette. Bu da yazıyı değinilmesi gereken bir başka noktaya getiriyor o da, aslında bir önceki paragrafta da bahsettiğim işgücü değişimi. Ben bu işgücü değişimine üniversitelerden başlamak istiyorum zira üniversitelerin bir güzel özelliği vardır ki nispeten statik yapılardır, kolay kolay değiştirilemezler fakat bir başka kötü özelliği vardır ki nispeten statik yapılardır, kolay kolay değiştirilemezler… Üniversitenin kazandırdığı akademik bilginin dışında kalan kimliğin lehine olan bu statik yapı, özellikle bu kadar hızlı değişimlerin yaşandığı bu dönemde üniversiteler sektörel taleplere uygun insan yetiştirmekte zorlanmakta ve bu sorun sadece Türkiye’nin sorunu değil. Fakat neredeyse her konuda olduğu gibi globalde yaşanan sorunlar bizi, globale göre daha fazla tehdit eder halde, bizim ülkemizde sektör ve eğitim arasındaki kopukluk ve üstüne devletin konuya yönelik herhangi bir planlamada bulunmaması gibi sorunsalımız var. Şöyle bir örnek vereyim; ABD’de bir milyarder gidip kendi üniversitesini kurmaz, gider başat üniversitelere bağış yapar çünkü bilir bu kurumlar işgücündeki talebe arz oluşturacaktır ancak bizim ülkemizde üniversitelere siyasi ve maddi rant merceğinden bakıldığı ve gerçekten kayda değer bir nitel beklentide bulunulmadığı için bir ultra-zenginin bir üniversiteye bağış yapmasının değeri yok. Bunun yerine gidip kendisine işgücü üretebileceği üniversiteler kuruyor bkz. Koç, Sabancı, Özyeğin vs. Hâlihazırda böyle bir problem var iken şimdi YZ Agent’ları geliştirilmeye başlandı. Kısaca açıklayacak olursa bu Agent’lar (ajan anlamına gelen bu kelime ilk akla gelen şekilde casus demek değildir daha çok üye, eleman gibi bir anlamı karşılar), sadece spesifik bir alanda belli başlı fonksiyonları geliştirmek üzere eğitilen yapay zihinler. Dolayısı ile bilişsel olarak insanın işgücüne doğrudan talip olan bir varlıktan bahsediyoruz. Artificial General Intelligence (Yapay Genel Zihin [AGI]) dedikleri, bir insanın belirli bir alanda yapabileceği kabiliyetleri tamamen karşılayan yapay zihne erişilmesine tahminen 5-10 yıllık bir ara olduğu düşünülmekte. Bu da üniversite, enstitü gibi eğitim kurumlarının tanımlarının değişmesi gerektiğini keza yeni dünyanın bilgi değil beceri dünyası olduğu kanaatindeyim. Bu kanaatimle uyuşan söylemlere de yine zirvede değinildi. Bu da ancak çoklu disipline hakim olan, yaratıcı, araştırmacı, eleştirel düşünce (karmaşık soru sorabilme becerisi), inisiyatif alma, uyumlu/takım çalışmasına açık ancak otonom çalışabilen, çözüm odaklı ve dijital olarak farkında gibi tanımların birleşiminden oluşan dijital yakalı sınıfın idraki ile mümkündür. Peki, eğitim kurumlarımız bu dönüşüme hazır mı? Daha sektörel arz-talep ilişkisine entegre olamamış bu yapıların, malum dönüşüme hazır olduğunu iddia etmek gülünç olur doğrusu. Herkesin ağzında dolaşan ‘’multi-disipliner’’ lafına dair somut bir karşılık göremiyorum. Elbette ki benim gibi filoloji kökenli birisinin iletişim gibi bir alanda yüksek lisans yapabiliyor olması bunun mümkün olduğunu gösteren bir parçadır ancak nereye kadar?
İyi bir haberim var ki bu yeni dünya henüz tanımlanmış değil; evet, beni kimse bu gelişmelere hazırlamadı fakat dünyanın da bu değişime ne miktarda hazırdı, bu da bir soru işareti. Fakat kesin olan şeylerden birisi şudur ki gelecek, spesifik mesleklerden ziyade becerilerin çağı olacak. Bu konuda Yetenek Kıtlığı Endeksine (Talent Scarcity Index) bir bakış atmakta fayda var (aşağıdaki tanım ChatGPT-4o tarafından yapılmıştır);
Talent Scarcity Index (Yetenek Kıtlığı Endeksi), iş gücü piyasasında belirli niteliklere sahip çalışanların arz-talep dengesini ölçen bir göstergedir. Temel olarak işverenlerin belirli pozisyonlar için aradığı yetenekleri bulmakta yaşadığı zorluk derecesini yansıtır. Endeks yükseldikçe, o yeteneklerin piyasada ne kadar nadir bulunduğu ve buna bağlı olarak işe alım süreçlerinin ne kadar zorlaştığı anlaşılır.
Genel Tanımı:
Talent Scarcity Index; bir sektörde ya da iş alanında belirli becerilere sahip çalışanların arzının, bu becerilere olan taleple kıyaslandığında ne kadar yetersiz olduğunu gösteren ölçümsel bir araçtır.
Bu endeks:
İşe alımın zorluk derecesini,
Ücret artış baskısını,
Kurumların yetenekli insanları elde tutma ihtiyacını,
Eğitim ve yeniden beceri kazandırma (reskilling) ihtiyacınıortaya koyar.
Neden Önemlidir?
1. Stratejik İnsan Kaynakları Planlaması:Şirketler hangi alanlarda yetenek kıtlığı yaşandığını bilir ve buna göre işe alım stratejilerini geliştirir.
2. Ücret Politikalarını Belirler:Kritik yeteneklerde kıtlık varsa, maaşlar artar. Endeks, ücret artış trendlerine erken işaret verir.
3. Eğitim Politikalarını Yönlendirir:Devletler ve üniversiteler, gelecekte hangi becerilere daha fazla ihtiyaç olacağını bu endekse göre anlayabilir ve eğitim politikalarını buna göre şekillendirebilir.
4. Yetenek Savaşlarının (Talent War) Göstergesidir:Özellikle dijital becerilerde olduğu gibi, firmalar arası kıyasıya rekabetin başladığı alanları belirler.
5. İşsizlik ile Bağlantılı Değildir:Genel işsizlik oranı yüksek olabilir ama yine de belirli niteliklerde çalışan bulmak çok zor olabilir. Bu endeks, işsizlik verilerinden bağımsız olarak çalışır.
Kısaca: Talent Scarcity Index, modern iş dünyasında hangi yeteneklerin altın değerinde olduğunu gösteren bir pusuladır. Kurumlar için bir uyarı sistemidir; hangi becerilerin yatırım yapılması gereken “kritik kaynak” hâline geldiğini söyler. Özellikle dijitalleşmenin hızlandığı günümüzde, bu endeks stratejik kararların merkezine yerleşmiştir.
Uzunca bir süredir açılan bu yetenek makası bu dönemde kendisini daha da belli etmektedir. Özellikle Yapay Zekâ (AI/ML) Uzmanlığı, Siber Güvenlik, Bulut Mühendisliği, Veri Bilimi/Veri Mühendisliği, Oyun Geliştirme, UX/UI Tasarımı gibi alanlarda çok ciddi bir yetenek kıtlığı olduğunu belirtmekte de fayda var. Ezcümle, düşünülenin aksine tüm bu tartışma bizi aslında makinelere değil insana getiriyor… Zira bizim yaşadığımız kritik sorun yapay zihni ‘ne yapıcaz nasıl yapıcaz’ değil, bu hengâmede insanı ne yapacağımız konusu. Yeni bir çağın eşiğindeyiz ancak aynı yarını düşünmekten bugününü yaşayamayanlar gibi biz de odağımızı kaçırırsak sorunun esasını ıskalamamız işten bile değil. O yüzden; nereye, ne kadar gideceğini tam olarak öngöremesek de uyum sağlayanın hayatta kalacağını kesin olarak öngöreceğimiz kesin. Kısacası; Âşık Dertli’nin, sazın şeytan işi olduğunu söyleyen sözde din adamına yazdığı o taşlamayı bugün de bir takım otoritelere karşı hatırlar hale geldik; insan bunun neresinde?
Kare ekrandır bunun adı
Ne şiir bilir ne tadı
Bunu yazan anlar kendi
İnsan bunun neresinde?
Çipi var akıl yerine
Cevap verir her soruna
Korkmaz kimseden, tanrıdan
İnsan bunun neresinde?
Duygusu yok, vicdanı yok
Ne merhamet, ne de bir tok
İtaatsizse yoktur hak
İnsan bunun neresinde?
Bin yıl emek, bir kod eder
Bir bebek mi, bir bot mu der
Yapay zihin hüküm sürer
İnsan bunun neresinde?
Sözünü yitirmiş dilde
Yüzünü yitirmiş simge
Kendini unutur bile
İnsan bunun neresinde?
~Âşık Cipitî Şerif
Commenti